Vahide Gördüm, cesaretiyle kansere meydan okuyor

Hafta ortası Vahide Gördüm'ün gazetelere yansıyan fotoğrafı gerçek bir hayat dersi gibi. Hastalığına meydan okuyan hali ve her zamanki güzelliğiyle sanatçı, ne kadar cesur olduğunu bir kez daha gösterdi bize. Bu fotoğraf, aynı zamanda 'sanatçının topluma örnek olması' sözünün de fotoğrafı...

Kanser gerçeğiyle erken yaşta tanıştım ben.
Sevdiğim insanların çoğu bu illetle mücadele etti.
Öyle sinsi, öyle acımasız bir hastalık ki bu, ortaya çıktığı andan itibaren sadece hastalığı yaşayana değil o kişinin yaşamına dahil olan herkesi etkiler.
Ve bu hastalığa yakalanan tedaviye başlar her şeyden elini eteğini çekerek, bir anda.
Söylemek istemez kanser hastası olduğunu, utanır, sıkılır.
Sanki başına gelen şey onun suçuymuş gibi.
Hafta ortası Vahide Gördüm'ün gazetelere yansıyan fotoğraflarını görünce bunu düşündüm işte.
Ne kadar cesur bir kadın dedim içimden.

 

Sadece hastalığına meydan okuyuşuna değil, bunu nasıl bir güzellikle kabullenip, cesurca haykırabildiğine...
Dahası o güzelim saçları kesilirken hiç çekinmeden fotoğraflar çektirmesine...
Bazı insanlar vardır hayatta, tutumları, davranışları size model olur, ilham olur, yön verir ya;
Vahide Gördüm'ün bu tutumu da bu hastalıktan utananlara, hastalığı yüzünden içine kapanıp daha da kötü bir psikolojiye girenlere ilham oldu kanımca.
Böyle zamanlarda yüksek moralle hastalıkla savaşmak çok önemlidir.
İnsan beyni o kadar muazzam ki yapamayacağı şey yok esasında.
Ben Vahide Gördüm'ün bu moralle en yakın zamanda eski haline geleceğine inanıyorum.
Tıpkı babam gibi...
Tıpkı onun kansere meydan okuyup alt edişi gibi...

SAAT 9'U 5 GEÇE...
Çocukluğumda her 10 Kasım sabahı saat dokuzu beş geçe okulun bahçesinde toplanıp Ata'ya saygı duruşuna geçtiğimizde çevredeki otomobillerin kornaları da eşlik ederdi buna.
Nedenini anlayamadığım bir şekilde ağlama isteği yükselirdi böyle anlarda.
Okul hayatının tüm safhalarında onun hayatını, savaşlarını, başına gelenleri, başına gelenlere rağmen yaptıklarını, bu cumhuriyeti kurma yolunda yaşananları ve sonrasını okumamızın bunda etkisi vardı şüphesiz.
Sınıfımdaki sıramda otururken tam karşımdaki kara tahtanın üstünde bana bakan gözlerini gördüm yıllarca.
Şimdi üzerinden yıllar geçti,  10 Kasım'ların üzerimde bıraktığı bu tuhaf his, ağlama isteği azaldı, hatta yok oldu.
Ama her 10 Kasım'da aklıma yine aynı soru gelir;
'Ya o olmasaydı ne olurdu?'
Bunun yanıtı şimdilerde onu türlü sıfatla suçlayanların zihinlerine bir parça berraklık getirir belki.
Bir insanın yaşadığı, nefes aldığı topraklarda özgürce dolaşmasından daha önemli ne olabilir hayatta?
Bir başka milletin boyunduruğu altında yaşamanın ne gibi sonuçlar doğurduğunu anlamak için yıllarca sömürge yapılmış milletlere mensup biriyle konuşmak yeterlidir.
Hatta konuşmaya bile gerek yok, bakmak kafi.
Soluduğu havayı, yaşadığı toprağı, sahip olduğu hayatı, özgürlüğünü ve daha birçok şeyi Atatürk'e borçluyken onu türlü şekillerde suçlayanlar nasıl bir akla ve vicdana sahiptir, anlayamıyorum...
Pazar pazar nereden çıktı şimdi bunları yazmak da derseniz eğer, hatırlatmak istedim.

Beklemenin birinci hali
Her sabah evden çıktığımda, saatlerce eve dönmemi bekleyen bir köpeğim var benim.
Adı Max.
Ne kadar geç kalırsam kalayım her eve dönüşümde aynı coşkuyla karşılar beni.
Ne bir sitem olur karşılamasında ne de fazladan bir talep...
Sadece bekler.
Ve sadece döndüğüm için mutlu olur... Her seferinde...
Beklemek hali içimi acıtmıştır benim hep.
Yaşlı insanlar da hep beklerler ya birilerini...
Birini beklemenin iç acıtan duygusunu hissetmek daha da hassas yapıyor insanı bekleyenlere dair...
Beklemek öyle bir şeydir ki, ne hayatına dönebilirsin tekrar ne de başka bir hayat yaşayabilirsin.
Beklemek öyle bir şeydir ki, en unuttuğunu zannettiğin anda bile içinde bir yerlerde aynı duyguyu yaşadığını bilirsin.
Beklemek yeryüzündeki en büyük umuttur, yaşanılan.
Beklemek insanın içindeki inancı büyütür, kendine dair.
Beklemek karşındaki kişiye dairdir belki ama tek kişiliktir aslında.
Beklemek öyle bir şeydir ki, içindeki 'o'nu bu denli büyütmenin başka yolu yoktur hayatta.
Öyle büyütür öyle büyütürsün ki onu içinde, yaşadığın duygu sel olup akar gözlerinden, sığmaz içine nefesin birden, öleceğini zannedersin...
Beklemek öyle bir şeydir ki ne sende sen kalırsın, ne de başka bir şey... Geçmiş yok olur gözlerinin önünde. Daha önce böyle bir duygu yaşamadığına yemin edersin içinden.
Beklemek öyle bir şeydir ki içinde hissettiğin acıyı 'o'nun varlığı dindirir sadece.
Beklemek öyle bir şeydir ki başka kimsenin elini öyle tutmadığına, öyle bakmadığına, öyle dokunmadığına inandırır seni...
Beklemek fena bir şeydir...
Ama çok da güzeldir...
Birini beklerken, beklediğinin geleceğini bilmek yakın zamanda...
Beklemenin birinci halindeyim ben...

KATİLLER!
Daha on beş gün olmadı deprem gerçeği ile yüzleşeli.
Van'daki depremle birlikte tekrar fark ettik neler yapılması, nasıl önlemler alınması gerektiğini.
İçimden bir ses bu sefer daha büyük önlemler alınır diyordu.
Öyle ya, bir şeyi sürekli yaşayıp aynı şekilde davranmak aptallık sonuçta.
Ama Van yeni bir depremle sallanınca anladım ki bizden adam olmaz!
Aynı zihniyetle devam ediyoruz yola.
On beş gün önceki depremde her yeri çatlamış bir oteli kapatmak yerine çalıştıranlar ve çalıştırılmasına müsaade edenler!
Katilsiniz siz!
Bu ülkede siz ve sizler gibiler oldukça üçüncü dünya ülkesi olmaya devam edeceğiz biz!

HAFTANIN SÖZÜ :
' En iyi öğüdü ancak kendine verebilirsin...' Çiçero

Başak Sayan İletişim

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Başak Sayan Sosyal Medya