Hayatın hep güzel geçeceğini sanmak...

Eski bir arkadaşımdan haber aldım. Çok eski… Nereden baksanız 15 yıldır tanıdığım biri. Her zaman neşeli, eğlenceli, hayatı seven, yakışıklı, evlenmekten korkan ve yarını düşünmeden yaşayan birisi olmuştu. Yıllardır konuşmamıştık, hiç haber almamıştım ondan. Ta ki geçtiğimiz günlerde kötü bir hastalıkla boğuştuğu haberini duyuna kadar. Önce inanamadım. Yakıştıramadım çünkü ona o hastalığı. Derken telefonunu bulup aradım. Hastanede yatıyordu. Yürüme ve konuşma zorluğu yaşadığını ama moralinin yerinde olduğunu ve atlatacağına inandığını söyledi. Konuşurken nasıl zorlandığını duymak üzdü beni. Birden söylediği bir söz beynime bir ok gibi saplandı.
“Hayatın hep böyle geçeceğini zannediyor insan. Keşke zamanında evlenseydim, çocuklarım olsaydı.”
Telefonu kapattıktan sonra düşünmeye başladım. İnsanoğlu garip bir varlıktı. Kötü şeylerin başına hiç gelmeyeceğini ya da hayatın hep olduğu gibi akıp gideceğini zannediyor. Ama ne yazık ki bugün uğrunda savaştığın, senin için büyük anlamlar ifade eden, uğruna pek çok şeyden vazgeçtiğin bir şey, bundan yıllar sonra hiçbir şey ifade etmeyebilir.
Çünkü zaman değişiyor.
Çünkü zamanla insan değişiyor.
Bugün tatlı tatlı esen rüzgar, gün geliyor bir fırtınaya dönüşüyor. Ve o sırada yalnızsan, yapayalnızsan aklında sadece şu cümle beliriyor;
“Keşke yanımda bir ‘yoldaşım’ olsaydı.”
Ve içinizi derin bir pişmanlık kaplıyor.
O güne değin yaşadığınız tüm o eğlenceli hayat, yarını düşünmeden yaşayış şekliniz, kariyeriniz, zevkleriniz, hobileriniz, hepsi anlamını yitiriyor.
Tek bir gerçek kalıyor geriye. Sevdiğiniz birinin varlığı… Sizi seven, destek olan, bakan, ilgilenen bu kişinin varlığı hayatınız boyunca uğrunda savaştığınız her şeyden daha değerli oluyor.
Ama eğer siz işiniz, gücünüz, zevkleriniz ya da belki korkularınız yüzünden önünüze gelen fırsatları kaçırmışsanız derin bir pişmanlık ve yalnızlıkla baş başasınızdır…
Ve Tanrı kimseyi baş başa bırakamasın yalnızlıkla, yaşlandığında… Hastalandığında…
NE ZAMAN AKP’Lİ OLURUM?
Madem özgürlüklerden bahsedilirken söz dönüp dolaşıp türbana geliyor.
Madem esas konu türban falan değil, özgürlükler.
O halde her tür özgürlüğe açık olalım!
Mesela tek özgürlük kıstasımız ‘türban’ olmasın…
Mesela dinlenme korkusu olmadan özgürce istediğimiz gibi konuşabilelim telefonlarda…
Mesela hakaret boyutuna varmadıkça ‘korkmadan’ istediğimiz gibi yazıp çizebilelim. Eleştiri getirebilme ve farklı düşünebilme özgürlüğüne saygı gösterilsin…
Mesela sanatta sansür olmasın…
Mesela bir öğretmen küpe taktı diye sürgün edilmesin… (Bakınız Cuma Toygar )
Mesela Ramazanda isteyen içki içebilsin sosyal ortamlarda, restoranlarda. Nasıl ki oruç tutanın bunu yapabilme özgürlüğü varsa tutmayana, içki içene de saygı duyulsun. Bu özgürlüğü için baskı uygulanmasın, ayıplanmasın… (Bırakın içki içmeyi, iftar saatinden önce kahve içmeye kalktım bir yerde, iftar saatine daha var diyip, servis yapmak istemeyen bir adamla kavgaya tutuşmak zorunda kaldım daha geçen sene.)
Mesela internet üzerindeki kısıtlamalar kalksın…
Bütün bunlar olursa eğer;
İşte o zaman; AKP sadece kendi işine gelen özgürlüklerden yana değil ‘gerçekten’ özgürlüklerden yana olduğunu kanıtlamış olacak.
İşte o zaman; AKP kırmızıya boyanan sahil şeridinin sırrını çözmüş, hepsini kendi yanına çekmiş olacak.
İşte o zaman; Başbakan “iyi bir lider ama sadece kendi tarafındakilere” sözünün değil, “iyi bir lider tüm Türkiye için” sözünün muhatabı olacak.
İşte o zaman ben de AKP’ye oy vermeye başlamış olacağım…

ARTIK YAPABİLDİKLERİM
1 Korkmadan “seni seviyorum” diyebilmek…
2 Olasılıkları hesaba katmadan karşımdakine sonuna kadar güvenmek…
3 Kontrol etme güdüsünü bir kenara atıp, kendimi akışa bırakabilmek...
4 Hayatın hep güneşli ve güzel geçmeyeceğini kabullenip, fırtınalı ve bozuk havalarda da aynı sükunet ve sabrı gösterebilmek…
6 En son söylenecek şeyi en başta söylemeyi bir kenara bırakıp, durup gözlemlemek…
7 Okumayacağım kitapları, izlemeyeceğim DVD’leri satın almamak.
8 Yemek yapmak… Hatta üşenmeyip İtalyan mutfağı dersleri almak!

ALKIŞI SEVMEK
Geçtiğimiz günlerde İzzet Çapa’nın yeni mekanı Limonata’da, bir dost toplantısında bir araya geldik Ertuğrul Özkök’le. Masada kadın-erkek ilişkilerinden dünya mutfağına, seyahatten çok gerilerde kalmış komik anılara kadar pek çok şey konuşuldu. Elbette laf dönüp dolaşıp medyaya da geldi.
“Alkışlanmayı sevmeyen hiç kimse yeni ve farklı şeyler ortaya koymak için, içinde bir istek duymaz” dedi Özkök. “Ama tehlikelidir, bir kez alışırsan bir daha iflah olmazsın, hayatın boyunca alkışlanmak istersin” diye de ekledi.
Eğer alkışlanmaya alışmışsan ve yazılarınla dikkat çekiyorsan artık çaresi olmayan bir hastalığa sahipsindir. Kafanda sadece tek düşünce olur;
Bugünkü yazım konuşuldu mu?
Eğer o günkü yazın ya da yaptığın iş her neyse o konuşulmadıysa kendini başarısız hissedersin…
Bundan kurtulmanınsa hiçbir yolu yoktur. Tek çaren ‘iyi ve ses getirir’ olmak için bir an bile rahatlamamak, arkana yaslanmaya yeltenmemektir.
Kolay değildir alkışı sevmek.
Hiç durmadan çalışmayı gerektirir.
Aile, çoluk, çocuk demeye fırsat bırakmaz, varın yoğun işin olur.
Uzun zaman hayatı erteletir insana, sonu yalnızlık olur.
Ama bir kez tadan insan da bırakamaz bir daha…
Eee boşuna dememiş Sezen Aksu;
“Alkışı sevdim / Bıçak sırtlarında dolaşmayı / Tehlikeli sularda seyredip, pupa yelken / Geçici emniyetlere ulaşmayı…”
HAFTANIN SÖZÜ
Ne kadar çok kişi benimle aynı fikirdeyse, o kadar çok yanıldığımı düşünürüm… / Oscar Wilde

Başak Sayan İletişim

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Başak Sayan Sosyal Medya