Neler oluyor bize?

Hafta içi Tophane'de bulunan birkaç galerinin açılışı vardı. Hepsi ortak bir karar alarak aynı gün açılış yapmaya kalkmışlardı. Hedefleri Paris'teki gibi bir sanat sokağı haline getirmekti Tophane'yi.

Açılışın olduğu gün bir grup insan tekbir getirerek taşlı, sopalı ve gazlı bir saldırı düzenlediler. Herkesi tekme tokat döven, insanların ağızlarına biber gazı sıkan, demir sopalarla girişen grup yaklaşık bir saat boyunca sürdürdüler saldırılarını. Her yer savaş alanı, yaralanan sanatçılar oldu.

Saldırı nedeni ise içki içmek!!!
Aslında sadece içki değil sebep. Öyle söylüyorlar ama esas neden muhafazakar yaşamlarına sanatın değmesinden ötürü bunu bir tehdit olarak algılamaları.
Sanatı bir tehdit olarak algılamak...
Sanat deyince akıllarına çıplak kadınlar ve içki geliyormuş, böyle açıklamış mahallelilerden biri. Çok hazin...
Burada dikkat edilmesi gereken nokta olayı geçerken görüp, gaza gelip, toplanan bir yobaz kalabalık değil, haftalar öncesinden olayı planlayan, örgütleyen, silahlanan bir grup olduğu...
Daha da acısı olay tüm yabancıların gözleri önünde oluyor. Ne güzel bir Türkiye portresi! 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul!
Dünyanın her yerinde sanat galerinin açılışlarında, sergilerde şarap ve şampanya ikram edilir. İçen içer, içmeyen içmez.
Epey zamandır ikiye bölünmüş bir toplumun artık 'azınlık' sayılan kısmının derin endişeleri tavan yapmıştı. Referandum sonrasında çıkan 'evet' oyları bu endişeyi daha da perçinlemişti. Herkes çağdaş çizgiden uzaklaşıp, karanlığa gömülmekten, din istismarlarından korkuyordu.
Yaşanan bu gelişmeler korkuların çok da kuruntu olmadığını gösterir nitelikte. Başbakan'ın acil olarak bu konuda bir şey yapması gerekiyor. Yoksa bu bölünmüşlük çok daha tehlikeli bir noktaya gidecek.
Üstelik bu olay ilk değil. 2009 yılının temmuz ayında Topkapı Sarayı'nda yapılacak dünyaca ünlü piyanist İdil Biret konserini Vakit Gazetesi 'mukaddes avluda şarap küstahlığı' başlıklı bir haberle vermiş, konser akşamı saldırılar olmuştu.
O olaydan daha farklı bu olay, daha tehlikeli. Orada bir protesto vardı. Burada ise örgütlenen ve saldırıda bulunan bir grup...
Elbette bunu yapan, yobaz, geri kafalı, cahil insanların sorumlusu değil Başbakan. Ama bu tür insanların böyle davranışlarda bulunmalarının nedenlerinin altında muhafazakar hükümete güvenmeleri yatıyor.
'Nasıl olsa baştakiler de bizim gibi muhafazakar, yıllarca mağlup olduktan sonra şimdi onlara gereken dersi vereceğiz' psikolojisi var zihinlerinde. Referandum sonrasında bu düşünce iyice oturdu yerine.
Bugün içki için bunu yapanlar yarın başka neler yapacaklar? Bu mahalle baskısına kim dur diyecek?
Nerede özgürlükler? Kendilerinden görmedikleri 'diğerlerinin' hayatlarına, yaşam şekillerine saldırıda bulunabilme hakkı nereden geliyor? Nasıl bir zihniyet besliyor bu insanları?
Kendi özgürlüklerim kadar diğerlerinin özgürlüklerini de savunan biri olarak, bundan sonra nasıl konuşabilirim bu konuda? Nasıl ağzımı doldurarak, coşkuyla 'özgürlük' diye haykırabilirim?
Sanata ve sanatçılara yapılan bu baskı ve saldırı bin bir türlü endişe yerleştiriyor içime.
Ben bir sanatçıyım.
Korkuyorum...
Her bir karışını sevdiğim ülkemde başım dik, özgürce, dilediğimce yaşayamamaktan korkuyorum... Toplumdaki bu şiddetli kutuplaşmadan korkuyorum... Bu ayrışmanın, mahalle baskısının daha da ilerlemesinden korkuyorum... Yaşam şeklimin tehdit altına girmesinden korkuyorum. Aynı topraklarda yaşayan insanların birbirlerine düşman olmasından korkuyorum...
Benim gibi sanatın farklı dalları ile uğraşan herkes korkuyor, kimi bunu dillendiriyor, kimi ise dillendirmekten bile korkuyor.
Nerede birbirine saygı, hoşgörü? Yaşam hakkına, tercihlerine, zevklerine, kılık kıyafetine, diline, dinine saygı?
Neden hiçbir İslamcı yazar bu olayı net ve açık bir şekilde kınamıyor?
Evet, korkuyorum...
Ve soruyorum;
Neler oluyor bize?

NASIL YERLİ DİZİ YAPILIR?

Yerli dizi ve sinema filmi yazmamaya karar vermiştim. Bir oyuncu olduğum için, yanlı saptamalar yaptığımı söyleyebilirler diye.
Ama bu sezon iki iş var ki onlardan ve yapımcılarından bahsetmemek olmaz diye düşündüm.
İlki, Kanal D ekranlarda başlayan yeni bir dizi; 'Öyle Bir Geçer Zaman ki'...
80'leri yasak bir aşk ve aile ilişkileri ekseninde anlatan bu dizi izlerken seyirciyi başka bir yere götürüyor. Çok iyi tekst, iyi hikaye, iyi kast ve iyi çekimlerle çok iyi sıfatını hak ediyor. Senaryoyu Çağan Irmak yazıyor.
Kanal D'nin Ceo'su İrfan Şahin ile yeni genel yayın yönetmeni Pelin Distaş'la çok eskiden tanışırız. İrfan Şahin o zamanlar Cine 5'teydi. Pelin Distaş'la birlikte Kanal D'ye geçtiklerinde canla başla bu işe sarılmış, seçeceği ve altına imza atacağı işlerin çok iyi olmasını istediğinden, kimselere söylemeden senaryo dersleri bile almaya başlamıştı. İkisi birlikte inanılmaz bir ortaklığa imza attılar. Yaptıkları tüm işler hep en sevilenler oldu.
'Öyle Bir Geçer Zaman ki', Pelin'in yeni göreviyle ilk işi oldu. Ve çok başarılı bir işe imza atmış oldu. Ne zamandır yüreği ağzında sonucu bekliyordu.
Diğeri ise yapımcım olan ve senelerdir birlikte çalıştığımız Kerem Çatay ve 'Ezel'. Aslında 'Ezel', yeni bir iş değil. Bu ikinci sezonları.
Ama gel gör ki 'Ezel'in bu sezondaki ilk iki bölümünü izleyince, Kerem Çatay'dan ve 'Ezel'den bahsetmeden geçemeyeceğimi anladım.
Kendisi, hakkında yazı yazılmasından da, haberler çıkmasından da pek hoşlanmaz aslında. Elinden geldiğinde arka planda kalır. İşini nasıl daha iyi yapacağını düşünür sadece, odak noktası tamamen budur.
İkinci kuşak bir yapımcı olarak babasından devraldığı işi çoktan başka bir platforma taşıdı bile. Bunda da genç olmasının, izleyicinin nabzını tutmasının ve çok iyi ekip kurmasının rolü büyük... Dışarıdan bakıldığında soğuk ve mesafeli görünür ama tanıyınca anlarsınız ki insanı şaşırtan yalınlıkta bir samimiyete sahip. İnanılmaz profesyonel ve tam bir işkoliktir. Bir türlü arkasına yaslanmayı bilmez.
Al Pacino ve Robert De Niro'nun seneler evvel çekilmiş 'Heat' adlı bir filmi vardı. İki oyuncunun karşılıklı oynadığı bir sahne vardı ki büyülenirdiniz. O tatta sahneler çekilmiş Haluk Bilginer ile Tuncel Kurtiz'e. Arkada bir tren garı... Ağır ağır gelip karşılıklı kalırlar... Her cümle zaten not alınası, insanı vuran cinsten...
Onları tanımayanlar 'ne ballı iş, her sene birkaç dizi patlatıyor, sonrasında da ise oturup paraları sayıyorlar' diyebilirler ama bilmedikleri, bahsi geçen bu işlerin hepsinin ardında nereden baksanız iki senenin olduğu. Tam iki sene süreyle üzerinde çalışıp ortaya çıkarılan işler bunlar. İki senelik emek... Aylar boyunca gece yarılarına kadar çalışmak...
Netice itibarıyla bu işler;
Sürprizleri, oyuncuları, müzikleri, sözleri, hikayeleri, kurguları ile 'bir dizi nasıl yapılır'ın dersini veriyor adeta.
Ve dizi yapmanın zar atmak olmadığını kanıtlıyor.

AKLIMA TAKILANLAR
1 -
' Babam öldü ama hala sahneye çıkarım yavşaklığına inanmam     diyen' Haluk Bilginer aslında doğruyu söylüyor. Söylüyor söylemesine ama bir yandan     da 'doğru olan bir şey nasıl yanlış söylenir'in dersini veriyor.
2 - 'Kılıç Günü' adlı dizideki eşcinsel sahne için 'hayatın içinde varsa ekranda da olmalı' diyen Osman Sınav'ın sonrasında söylediği 'iyiliği göstermek için karanlığı da göstermek gerekir' cümlesi yaptığı esaslı işe gölge düşürdü. Önce cesur oldu sonrasında tepkilerden çekinip geri adım attı. Attı atmasına ama bunu da eşcinselleri aşağılayarak yaptı. Bu da pek olmadı.
3 - 'Fatmagül'ün Suçu Ne' dizisindeki tecavüz sahnesi için kıyamet koparılmasını tuhaf buluyorum. Doğru düzgün ve televizyona iş yapıldığı unutulmadan çekilen bu sahnede ne bir müstehcenlik ne de bir açıklık vardı. Araya 'cut' giriyor ve başka detaylara bağlanıyor sahne. Neler oluyor insanlara? Bu ne bağnazlık böyle? Tecavüzü özendirmek diye saçma şey mi olurmuş? O zaman sinemaya da gidilmesin, film de izlenmesin. Hatta internet yasakla

Başak Sayan İletişim

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Başak Sayan Sosyal Medya