Aşk her şeyi affeder mi?

İki insan düşünün...
Uzunca bir süre birlikte olmuşlar. Türlü badireler atlatmışlar.
Belki başlarda yaşadıkları şeyi aşk olarak niteleyememişler. Öyle ya, bir aşkın aşk olduğunu anlayabilmek için kaybetmek gerek önce. Bir anda oluşmaz aşk öyle, süreç ister. Hatta anlamazsın bile ne ara olduğunu... Üstelik bazen kendini nefret kılıfına sokar, bazen de öfke...

Derken bunların arasına kıskançlıklar, korkular, endişeler, gitmeler, gelmeler girmiş. Kavgalar olmuş. Büyük, çok büyük... Dünyayı sarsacak cinsten.
Ayırmışlar yollarını, birbirlerinin     yüzlerine bir daha asla bakmamaya yemin ederek. Bin bir türlü intikam yolları denemişler. Bazen açıkça yapmışlar bunu bazen de bilinçaltlarına yenilerek farkında bile olmadan.
Hatta hayatlarına başka insanları sokmuşlar. Büyük bir hınçla... Kurtuldum ondan en sonunda diye sayıklayarak.
Savaş bitmiş bitmesine ama bırakmamışlar savaşmayı yine de. Öyle yıkıcı bir savaş yaşanmış ki aralarında, iki tarafın da aldığı darbeler kazınmış ruhlarına.
Sonra aradan biraz zaman geçince tekrar karşılaşmışlar. Bir sürü kötü şey yaşadık ama bunlar bizim arkadaş olmamıza engel değil diyerek dost olmaya çalışmışlar.
Sinsi bir gerçek baş göstermiş o sırada.
Aşk yaşayıp ayrılmak zorunda kalmış insanların tenlerinin altında, tekrar canlanacağı günü bekleyerek yatar duyguları... Uygun bir anı, doğru zamanı, ürperten bir teması bekleyerek uykuya dalar, farkında olmasan da...
Bu duygu uyanınca bir korku sarmış iki tarafı da. Onca savaş, can yakmak için söylenenler, yapılanlar, ihanetler, nefretle yapılan karşı hamleler, kıskançlıklar, öfkeler, intikamlar... Ne olacak demişler içlerinden ya bunlar? Geriye dönüp, sevilen o limana tekrar yanaşabilmek için nasıl güveneceğiz birbirimize? Daha doğrusu yeniden güvenebilecek miyiz?
Süre istemişler birbirlerinden... Düşünüp taşınalım, yapıp yapamayacağımızı anlayalım diye...
Onlar düşünedursunlar, ben söyleyeyim size tüm o savaşın nedenini...
Bir ilişkinin içinde ne kadar çok gitmeler, gelmeler, yeniden gidişler, dönmeler, endişeler, savaşlar varsa o kadar aşktır o. Tüm o yapılanlar, söylenenler, nefret etmeler, intikamlar... Hepsi aslında aşktır...
Aşkın karşılığı nefret değildir çünkü kayıtsızlıktır, umursamazlıktır...
Eğer onca savaşa, onca yıkıma, onca kırılmaya rağmen hala bir şeyler hissedebiliyorsan o insana, hala yanında mutluysan, orada durmak gerekir. Korkmamak gerekir. Denemek gerekir.
Çünkü bu kolay kolay ele geçmez...
Çünkü güven öğrenilen bir şeydir. Tıpkı yeniden inşa edilebileceği gibi...
Çünkü uyum zor elde edilir.
Çünkü başka taraflarda kendini kandırmakla ele bir şey geçmez.
Çünkü hayat kısa, öyle bir akıyor ki zaman, geriye dönüp baktığında tüm zenginliğin bunlar olacak eninde sonunda.
Çünkü insanlara her zaman ikinci bir şans verilmelidir.
Çünkü aşk her zaman bir şansı daha hak eder...

TÜRBANA DAİR BİR SORU
Türban onca tartışmanın ardından üniversitelerde serbest kaldı. Özgürlük kavramının altı iyice belirginleştirilince sonuç bu oldu.
Şimdi yeni tartışma konusu, kamuda serbest olacak mı?
Bu yeni tartışmayla ilgili yazılanları, söylenenleri okur okumaz aklıma birkaç sene evvel yaşadığım bir olay geldi.
İstanbul'un en büyük özel hastanelerinden birine o sıralarda 18 yaşında olan erkek kardeşimle birlikte gittik. Hasta olan erkek kardeşimi namahrem diyerek muayene etmeyen, başına türban yerine saçlarını kamufle etmek amacıyla peruk takmış olan kadın doktorun tavrına delirmiş, sinirlenmiş, şikayet bile etmiştim.
Doktorluk gibi bir mesleği yapmaya gönül vermiş ama dini inançları gereği erkeğe el süremeyen bir doktor düşünün!
Hastasını soydurup muayene etmesi gereken bir doktorun sırf erkek diye temas etmeyi bırakın, görmeyi bile reddetmesi neyle açıklanabilir?
Bu nasıl doktorluk?
Kamuda serbest bırakılan türbanın ardından hastanelerde harem ve selamlık bölümleri de kurulacak mı?
Öyle ya, erkek hastalara bakmayan kadın doktorların kadın hastaları bir tarafa, erkek doktorların erkek hastaları bir tarafa...
Eee...
Böyle bir durum varken ortada, kamuda nasıl yerini alacak türban? Doktorluk dışındaki meslekler ve hastane dışındaki kamu alanlarında mı?

DEMEK Kİ NEYMİŞ...
1 Şili'de70 gündür yeraltında kalan madencileri özel bir kapsülle, hiçbirine bir şey olmadan yeryüzüne çıkardılar. Demek ki madencilik başka ülkelerde ölüm nedeni değilmiş...
2 Kusturica yıllar önceki söylemleri yüzünden, yıllar sonra Antalya Film Festivali'nde protestolarla karşılaşıp jüri başkanlığı görevini bırakmak zorunda kaldı. Demek ki ne kadar başarılı bir sanatçı olursan ol, (hatta 'Çingeneler Zamanı' gibi bir filme imza atmış olsan da) yaptığın bir hata asla unutulmuyor.
3 Yapılan bir araştırmaya göre kadın-erkek eşitliğinde dünya sıralamasında 134. sıradaymışız. Demek ki üniversitelerde türbanın serbest bırakılması ile sağlanan eşitlik bu konudaki eşitsizliğin yanında devede kulak kalırmış...
4 YÖK Başkanı Prof. Yusuf Ziya Özcan üniversitelerde başörtülülerin de, başı açıkların da güvencesinin kendisi olduğunu açıkladı. Demek ki hukuk devleti olmamıza daha bir 100 yıl var.

FESTİVALDEN NOTLAR
1 Tayfun Pirselimoğlu'nun filmi 'Saç'ı izlerken bir tuhaflık olduğunu hissettim filmin ortalarında. Farklı bir anlatım tekniği mi deniyor acaba derken makaraların karıştığını anladım. Filmin sonu ortalarda, ortaları ise sonlara doğru gösterilince salonda kıyamet koptu. Epey protesto yapıldı. Tayfun Pirselimoğlu ve filmin başrol oyuncusu, bizim diziden rol arkadaşım Ayberk Pekcan'a haksızlık oldu. Sonradan yeniden gösterilen film, izlemeye değer...
2 Yıllar önce birlikte çalıştığım, 'Dondurmam Kaymak' filminin de yönetmeni olan Yüksel Aksu 'Sarı Keçililer-Anadolu'nun Son Göçerleri' adlı belgeselle festivale katılmıştı. Sıra dışı ve ilginç bir belgesel. Bu tarz şeyleri izlemekten sıkılanlar bile kahkahalarla gülecek izlerlerken. 'Dondurmam Kaymak'taki üslubu belgesele yansımış Yüksel'in yine. Yeni filmin de kapıda olduğunu öğrendim. Çok eğlenceli ve derinlikli bir hikaye...
3 Bütün eş, dost, arkadaşı bir arada görmek fena olmuyor. Garip bir şekilde İstanbul'da haberleşemeyenler olarak kendimizi gurbette hissedip kenetlendik bir anda.
4 Otelde karşılaştığım, yıllardır görmediğim Eşref Kolçak'la kucaklaştıktan sonra şaşırarak 'nasıl oldu da yalnız kaldınız, nasıl sizi yalnız gönderdi eşiniz buralara' dedim. Çünkü Eşref abinin dünya tatlısı bir eşi vardı ve her yere Edi ile Büdü gibi giderlerdi. 'Dokuz ay önce kaybettim' deyince çok üzüldüm. Büyük bir pot kırmanın utancı da cabası. Allah rahmet eylesin...

HAFTANIN SÖZÜ
Her ayrılış, ölümün önceden alınan tadı gibidir. Tekrar bir araya geliş de yeniden dünyaya gelişin önceden alınan tadı gibidir.
Schopenhauer

Başak Sayan Contact

This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.

Başak Sayan Social

Manager

MÜGE ULUSOY

Phone:+90 0533 747 62 50
E-Mail: This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.
Web : www.mugeulusoy.com.tr