Kadınlar oynamayacak da kim oynayacak?

Eskiden her şey ne rahattı! Hep derlerdi büyüdükçe işler zorlaşır diye inanmazdım. Vallahi de billahi de öyleymiş. Eskiden sadece bir çift güzel göz, havalı bir giyinme şekli, Mel Gibson tarzı bir gülüş için dünyaları yakardım.
Yaş ilerledi, geldik 30'lara. Şunun şurasında kaldı mı 40'a sadece sekiz yıl! Şimdi de armudun sapı, üzümün çöpü... 'Ay, hiç entelektüel değil'; 'arabası da çok eski model, belli pek cimri'; 'daha evvel evlenmiş, bak bir de çocukları varmış'; 'ailesi bana uygun değil' diyerek var olan seçeneklerimi eliyorum da eliyorum...

Ne seçeneği diyecekseniz, evlilik değil derdim valla. Hatta biraz korktuğumu söylemiştim sanırım daha önce değil mi? Üstelik hayattaki en büyük korkum anne olmak! Korkuyorum; bu bencillikle çoluk çocuğu ortada bırakırım diye...
Ama yine de istiyor ya insan ille de yanında biri olsun, işte o hesap...
Neyse... 40'a sekiz kala bunları düşünürken, birden aklıma geldi. Biz kadınlar yok onu beğenmem, yok bunu beğenmem derken birini bulduk mu da başlar hemen bir karın ağrısı...
Tüm kadınların derdidir bu. Kolay değil tabii; sürekli oynamak zorundasın. Hayır, ben zaten oyuncuyum, oynarım, orası ayrı. Ama oyuncu olmayanların işi zor! Üstelik sürekli oynamak da çok zor. İnsan bir-iki dakika oynamadan yaşamak istiyor. Ama yook, olmaz.
Oyunlar önce deli gibi istediğin adama istemiyormuş ayağı yapmakla başlar. İstemiyormuş gibi yapman gerekir ki adam oltaya geldiğini hissetmesin, her şeyi kendi yapıyor zannetsin. Bu esnada arada bir telefonunu kapatman, mesajlara cevap vermemen, ortadan kaybolman gerekir ki inandırıcı olsun. Çok sık da yapmamak gerek; adam 'başka bir manitası mı var yoksa' demesin sonra.
İkinci aşamada biraz yol kat edilmiştir. Arada öpüşmeler, sarılmalar oluyordur. Esas sorun ne vakit halvet olunacağı sorusudur. Öpüşürken adamın eli biraz yasaklı bölgelere kaysa hemen bir ayar çekilir. 'Dur diyorum sana, şşşt yavaş'... Yahu sormazlar mı o zaman, adamın evinde ne işin var diye?
Bu aşamada kadında sürekli bir korku vardır. O korku olmasa iki dakikada olay tamamdır. Öyle bir korkar ki sonrasından, geciktirir de geciktirir olayı. Hoş artık erkekler de uyanık, öyle bir oynuyorlar ki, olay o noktaya gelene kadar sanırsınız sizin için dünyaları yakacak. Halbuki sonrası bir 'bye' çekip gidecek şişmiş egosu ve elindeki skor levhası ile...
Bunu söyleyerek erkeklere haksızlık yapmayayım tabii. Erkekler de sever. Hem de çoğu kez kadınlardan daha derin. Üstelik bir erkek sevince, sevdiği kadın için yapamayacağı şey yoktur hayatta. Tabii sevgisini sürdürmek dışında...
Korku paralize eder insanı. Sevişildikten sonra olacaklar düşünülmeye başlanır. Sever mi sevmez mi, soğur mu soğumaz mı, sıkılır mı sıkılmaz mı... Bu sorular yer bitirir kadını. Bu noktada iş artık erkeğe kalmıştır. Gerekli güveni alan kadın rahatlar ama belli etmez yine. Sanki hayatında ilk kez sevişecekmiş gibi kızarır, bozarır, utanır, sıkılır.
Esas oyun ise bu aşamadan başlar. Yani ilişki tam anlamıyla başladıktan sonra. İyi oynamazsan kalırsın ortada. Bir ileri bir geri sıkı hamleler planlaman ve her hamlede bunu karşındakinin hamlesi olduğuna ikna etmen gerekir. Aslında basit bir sıcak-soğuk oyunu yeterlidir ama kolay değildir. Hele duygular en tepe noktasındayken soğuk yap bakalım adama, kolay mı?
Şimdi diyeceksiniz ki kadınların oynamadığı an mı var? Böyle bir sistemde oynamayacak da ne yapacaklar? Daha minicik çocukken erkek kardeşine 'pipini göster amcana', kendisine ise 'çok ayıp, eteğini kaldırma, kukunu sakla' denildiğini duyup erkek hegemonyasının ilk örneğini görmüş oluyor.
Ne yapsın biçare kadın, erkeklere istediklerini yaptırmanın, güç elde etmesinin tek yolunun oynamak olduğunu öğrenmiş daha bebek yaşından itibaren... Başka çaresi yok!
Şimdi yapılacak en iyi şey, oyundan çekilmek yerine oyunun kurallarını iyi öğrenmek. Çünkü 'ben oynamam' dediğiniz her anda, ne yazık ki dünyadaki oyun sürmeye devam ediyor olacak!
Son bir söz; ne demiş Oscar Wilde; 'Gerçek yaşını açıklayabilen bir kadına hiç güvenilmez. Yaşını söyleyebilen kadın her şeyi söyler'.
Bu durumda uyarmadı demeyin; bana güven olmaz...

RÜYALAR ÜZERİNE BİR FİLM...
Acaba tek tuhaf olan ben miyim sorusunu sorup dururdum yıllardır. Neden mi? Benim rüyalarım çıkar. Çok ciddiyim... Elbette hepsi değil ama bazı rüyalar görürüm ve uyandığımda bilirim ki onu ben yaşayacağım. Üstelik hiç de yanılmadım şimdiye kadar.
Bir keresinde sevgilimin beni aldattığını rüyamda gördüm, hem de üst üste iki kez. Anneme söyleyince 'popon açıkta kalmış senin' demişti. Amma velakin rüyayı görmemin üstünden iki gün bile geçmeden arkadaşı enseleyivermiştim.
Bazen de öyle bir rüya görürüm ki uyandığımda ne gerçek ne değil anlayamam. Kendime gelmem bazen bir saati bulur. Böyle anlarda hep şunu düşünürüm; neyin gerçek neyin sahte olduğunu kim bilebilir? Zaten sahte de gerçeğin bir parçası ise o halde bunu neden sahte ve gerçek diye ayırıyoruz? Belki de rüyalar başka boyutta bir gerçek! Yani anlayacağınız kafayı yiyorum.
Leonardo DiCaprio'nun yeni filmi 'Inception' işte size bu soruları sorduruyor. Gerçek ile rüyanın arasındaki ince çizgiye götürüyor sizi. Film oldukça iyi çekilmiş. Aksiyonu bol. Size bazı anlar 'Matrix' filmini hatırlatsa da 'Matrix' kadar derin bir felsefesi yok. Ama düşündürdüğü şeyler çok iyi.

BU SERGİ KAÇMAZ
Geçen gün en yakın kız arkadaşım Sabiha ile birlikte İstanbul Modern'e gittik. Sabiş iyi bir galericidir. Hüseyin Çağlayan'ın sergisini görmek bu yaz sıcağında iyi geldi ikimize de. Sanatın Çağlayan'ın kıyafetlerinde nasıl vücut bulduğuna şaşırıyorsunuz.
Çağlayan'ın yaptığı her şey size ilham veriyor. Videolarında yansıttıkları, görsel sanatın son noktası... Şaşırmayın. Sadece bir moda tasarımcısı değil o. İyi bir video sanatçısı. Sergi çok kapsamlı. Mezuniyet Koleksiyonu'nda toprağın altından çıkardığı elbiselerden, hızın üzerine yapıştığı modellere kadar her şey var. Ve inanın bana gördüğünüz her şey size başka bir ilham verecek...

TEŞEKKÜRLER
Geçen hafta yazdığım 'kimi kime şikayet edeceğiz' konulu yazımdan sonra iki telefon aldım. Trafikten Sorumlu İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Oktay Bulduk ve Asayiş Şube Müdürü Yener Ülgütol'dan.
İkisi de konuya hassas yaklaştılar ve çözüm yoluna gittiler.
Yener Bey, 'İçimizdeki uygun olmayanları istemiyoruz, bizi onlar temsil edemez' dedi. Polisi polise şikayet edeceksiniz, en hassas oldukları konuymuş bu.
'Peki' dedim; 'Benim imkanım vardı, tanınan biriyim, bir de köşe yazıyorum, sesimi duyurabildim. Peki, duyuramayanlar ne yapacak?'
'Onlar da bize yazacak' dedi; 'Alacak yaka numarasını ya da plakasını, bize bildirecek'.
Ben buradan ilgilendikleri için teşekkürlerimi sunuyorum. Siz de sorunlarınız için aşağıdaki adrese girip yazabilirsiniz. Üşenmeyin yazın. Yazın ki sorun büyümeden önü kesilebilsin.          www.iem.gov.tr

Başak  SAYAN
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Başak Sayan İletişim

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Başak Sayan Sosyal Medya